Can Akengin ya da şehri kalbinde atan bir şairi anlatmak

Kıyı boyunda bembeyaz evler, bir yandan fırınlardan gelen pidelerin, kiremitte pişen balıkların ve ardından içilen kahvelerin kokularını; sokakların, hanların; Lonca Koyu'nun durgun sularının, Cami Sokağı'nda camekânlarda küçücük saatlerin tıkırtılarını, izbe hanlarda binlerce volt ampulün altında fındık yığınları arasında çeyiz düzmeye çalışan yetim kızların, tek başına evlat yetiştiren yoksul kadınların seslerini işitirsiniz. Her fırtınada örnek değiştiren kıyıları, Batlama, Çıtlakkale, Ayvasıl Burnu'nda tükenen emsalsiz masal alemini görürsünüz.
 

"Gölgesini suya banan

Şu Lonca'nın var bir suçu

Akşamları sessiz yanan

İnce zarif Burunucu

...

Bayırda camlar tutuşmuş

Göklere olmuş renk kaynağı

Ortalık sanki uyuşmuş

Garipsemiş Dikmen Dağı

 

Dikmen Dağı Dikmen Dağı

Ne kaviymiş aşkın bağı

Ölüm gelse dindirir mi

içimdeki bu sağnağı

 

Uzakta kalmış Melikli

Uzlete dalmış Melikli

Ondan zümrüt düğme ile

Gece Göklere ilikli

...


 

Can’ın şehri canındadır, ondan bir kez aşk- ı canan için ayrılmış, ebedi bir ayrılık neticesinde şehrine geri dönmüştür. Şehir artık onun bıraktığı şehir değildir, diye hisseder. O döndüğünüzde kimin değiştiğini, kimin döndüğünü kimin kimi terk ettiğini kimse bilmez oysa. Her taşından, her dönemecinden, sokağından Can'ın hicranı sızan bu şehirde. Onun en vefalı yâri de bu hicrandır.

 

"Çağırırdı yanık üzgün bestesiyle gurbetin

Gezerken tenhalarda...niçin bana dur dedin

Duramam şen Giresun bir gönüllü kaçağım

Seni sevmediğimden değil mi ki ırağım

 

Yalan yalan uykumun nurlu bir serabısın

Buydururken gariplik hayalin der gel ısın

Koşarım bin hicrandan kayıp koynuna yurdum

İlle ille bu akşam karşında hayran durdum"




 

Can'ın aşkı candan ötedir. Şehrin biraz vefasız, biraz işveli kızlarını, hevesli delikanlılarını mahzun, kederli aşıklarını mısralarında, şehrin ruhuyla, sesiyle, şarkısıyla şenlendirir. Hicranı bastıran da hicranı kanatan da aşktır, sevdalıktır. Meyhanelerin cezbesi de içindeki derin sızı da onundur. Yüreğinde koca bir şehri taşıyan canı, neyin de meyin de efkarın da vuslatın da evidir. Mülke, mala müdanasız ruhu onu evinden, şehrinden bir süre koparmış, ruhuna iyi gelen pastoral bir aleme kıra, doğaya, köy hayatına, çekmiştir. Tamzara onun ithaka'sıdır, oraya her döndüğünde özlenen bir evlat gibi onu bağrına basan, onu çağıran yuvasıdır.

 

"Sönüyordu uzaklarda kıpkırmızı bir güneş

Dönüyordu tarlalardan erkek kadın birer eş

...

Geliyordu sarı beyaz benekler

Yamaçlarda otlayarak ağır ağır inekler

Kıvrılarak etrafları böğürtlenli ve pek dik

 Bir yokuşun üzerinde sıçrayarak keçiler

Zil sesleri meleşmeleler bütün köyde bir mahşer

Bir mahşer ki bütün hayat, bütün şiir güzellik

...

Bir şehri sevmek onun hatıralarını, hiç ulaşamayacağımız geçmişinin hüznünü hissetmektir aynı zamanda Nerdeyse bir asır öncesinin Giresun'unun nabzını duyumsarız Can'ın yazdığı her satırda.

Proust'un "geçmiş zamanların izi" gibi bir daha asla dönülemeyecek anların, şimdi kimselere benzemeyen insanların, mekanların, unutulmuş seslerin, şimdi yitip giden bakışların, dokunuşların, gülüşlerin, oyunların, rüyaların, sadece o dünyaya mahsus bir yitik hissiyatın ezgilerini, keyfini, neşesini, kırgınlıklarını meşk eden şarkılarını hissetmeye çalışırız.

İnceleme: Yaşar Akalın