Denizin en derininde yaşıyordu küçük istiridye. Yumuşacık bedeni, bu muhteşem olduğu kadar tehlikeli ve hoyrat olan sularda öyle savunmasızdı ki, Yaratıcısı onu korumak için ona bir kabuk bahşetmişti. Vücudunda manto denilen kısım, bir salgı salgılamış ve bu yumuşacık beden sapasağlam, sert ve dayanıklı bir kabuk üretmeye başlamıştı. Evet o sert kabuk, istiridyenin yumuşacık derisinin salgısıydı.
Kabuğunun biri, suyun akıntısı onu alıp gitmesin diye, zemine yapışmayı sağlayacak şekilde çukur ve büyüktü. Diğer üstteki kabuk ise düz ve daha küçüktü. Kabukların üst yüzeyi sert ve pürüzlüydü. Tüm deniz canlıları onu sert ve pürüzlü bilirdi. O kabuğun altında nasıl yumuşacık ve nasıl kendi halinde olduğunu bilmezlerdi. Ona bulaşmazlardı. Düşmanları için de kabuğu kırmak için verecekleri zahmet, alacakları ödülle kıyaslanırsa hiç uğraşmaya değmezdi.
Deniziyle küçük bir anlaşması vardı istiridyenin. Onu sarıp sarmalayan, ona yuva olan denizini temizlemekle görevliydi. Denizi de ona kollarını açıyor, onu bir ana gibi kucaklıyordu. Ama çok yalnızdı istiridye. Etrafında kendisi gibi pek çok istiridye vardı ama hiçbiri ile iletişim kuramıyordu. Her biri kendi kabuğuna kendi dünyasına çekilmiş, korku ile başlayan ve zamanla alışkanlık haline gelmiş, güvenli ve yalnız ortamlarında ‘kabuklarında’ yaşayıp gidiyorlardı. Kalabalığın içindeki yalnız ruhlardı her biri. Hemen yanı başındaki büyük istiridye mesela. Bildi bileli hep oradaydı. Ortalama ömürlerinin elli yıl olduğu düşünülürse, en az kırk yılını orada sabit geçirdiği, dünyaya geldiği andan itibaren hiçbir yere gitmediğine yemin edebilirdi. Hatta bir gün, küçük istiridye üst kabuğunu hafifçe aralamış ve onunla konuşmaya çalışmıştı. Büyük istiridye hiç oralı olmamıştı.
Yanından yüzerek geçen rengarenk balıklara ve bin bir çeşitlilikteki deniz canlılarına çok imrenirdi küçük istiridye. Onlar yeni yerler görebiliyor, türlü maceralara atılabiliyorlardı. Bir keresinde, kendini bildi bileli tutunduğu o kayayı sımsıkı saran bedenini gevşetip kendini akıntıya bırakmaya ve denize teslim olmaya niyetlenmişti. Ama cesaret edemedi. Bilinmezlik… Bilinmezlik korkutuyordu onu. Bu hayalini daha önce gerçekleştirebilen bir istiridye olmuş muydu acaba? Sorup öğrenebileceği kimsesi de yoktu ki. Bazen yakınında sohbet edip eğlenerek geçen deniz canlılarının birbirleriyle konuştuklarına şahit olur ama bu kulak misafirliği hızla geçip giden bu yolcuların uzaklaşan sesleriyle hep yarım kalırdı. O an onların kuyruklarına takılıp gitmek için neler vermezdi ama yapamazdı.
Birgün tüm cesaretini toplayıp bir deniz kaplumbağasına, kocaman bir carettaya kabuğuna tutunup onunla yolculuk etmeyi teklif etmişti. ‘Seni hiç rahatsız etmem, varlığımın bile farkında olmazsın. Lütfen seninle geleyim ‘ demişti de, isteği küçük bir deniz canlısının sorumluluğunu almak istemeyen caretta tarafından nazikçe geri çevrilmişti. O da zamanla kaybetmişti bu isteğini. Yalnızlık ve monotonluk kaderi olmuştu. Tıpkı sert kabuğu gibi hayatta kalmasını sağlıyordu. Güvenliydi. Büyükleri bir şeyler biliyor olmalıydı. Teslim oldu.
Onun için yine her şeyin tüm sıradanlığı ile başladığı bir sabah, kabuğunun içinde bir hareket hissetti. Şaşırdı. Kabuğu sımsıkı kapalıydı. O uyurken içeri bir şeyin girmesi imkansızdı. Ama yanılıyordu işte. Kabuğunun içinde bir şey vardı. Hareket ediyordu. Korku ile karışık bir heyecan hissetti. Bu zamana kadar hiç misafiri olmamıştı. Dönüp baktığında incecik bir kurdun, kabuğunun içinde kıvrılıp uyuyor olduğunu fark etti. Nasıl olurdu bu? Ondan izin almadan kabuğunun içine girmişti. Bu ne küstahlık diye düşündü. Hemen dışarı atmalıydı onu. O buraya ait değildi. Kabuğu yalnız ona aitti ve tek kişilikti. İçinde bir taraf merak da etmiyor değildi. Bu küçük canlının gelişi bile fark yaratmıştı gününde. Uyanmasını bekledi. Uyurken onu izledi. Çok zararsız çok masum görünüyordu.
Kurt uyandı. Neşeyle selamladı istiridyeyi. O kadar rahattı ki. Sanki yıllarca o kabukta istiridye ile birlikte yaşamıştı. İstiridye, kurdun bu rahatlığından etkilendi. Onu kabuğundan atma fikrini erteledi. Sohbet etmeye başladılar. Kurt, küçücük ve çok hareketliydi. Yerinde duramıyordu. Kabuğun içinde bile kıpır kıpırdı. Yıllarca sabit bir yerde kımıldamadan yaşamını sürdürmüş bir istiridye için bu hareketlilik, izlemesi çok keyifli bir şeydi. Kurt, ona gezip gördüğü yerleri anlatıyor, anlattıklarıyla istiridyenin hipnoz olmuşçasına kendinden geçmesine sebep oluyordu. İstiridye onu günlerce dinledi. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamıyordu artık. Çünkü artık yalnız değildi. Kurda anlatacağı, onunla paylaşabileceği anıları, hikayeleri yoktu belki ama ona coşkulu bir dinleyici, bir hayran ve günden güne sevgi ile dolan bağlı bir yürek veriyordu.
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Küçük istiridye hastalanmaya başladı. Başlarda günden güne güçten düştüğünü anlamamıştı ama ölüyordu. Bir sabah, kurt kabuğunun içinde usul usul uyurken dışarıda bir ses duydu. Büyük istiridye ona sesleniyordu. ‘Hey ufaklık. Kurtul o kurttan.’ ‘Anlamadım’ dedi küçük istiridye. Büyük kabuklu istiridye, kabuğunu yavaşça açtı ve ilk kez yumuşak bedenini küçük istiridyeye gösterdi. Bedeninde küçük kahverengi lekeler vardı. İyileşmiş birer yara gibi duruyorlardı. Ve tam ortada evet tam ortada kocaman bir inci. Gözalıcı güzellikte kocaman bir inci. Büyük istiridye konuşmasına devam etti. ‘Çok geç olmadan kurtul ondan. Seni içten içe yok ediyor. Kurtul ondan.’ Bunu der demez kocaman kabuğu aniden kapandı.
Küçük istiridye çok şaşırmıştı. Kendisiyle bunca yıl hiç konuşmamış olan yaşlı komşusunun onunla konuşmasına mı, gördüğü o büyük inciye mi, yoksa duyduklarına mı şaşırmalıydı bilemiyordu. Ne demek istemişti. Hasta olmasının sebebi çok sevdiği bu küçük varlık mıydı gerçekten? İçine bir kurt düştü derler ya hani, küçük istiridyenin içine tüm bu soru işaretleri ile birlikte ikinci kurt da düşmüş oldu. Düşüncelerini içten içe kemiren bir kurt. Vesvese kurdu. Güvendiği, kabuğunun içinde kalmasına izin verdiği, en yumuşak karnını gösterdiği kurt, onu içten içe tüketiyordu. Ve en acısı da bunu, tatlı sohbetleri, neşeli halleri, kurdurduğu hayalleri ve sever halleriyle ört bas ediyordu.
Küçük istiridye kurda çok alışmıştı. Kabuğumdan çık git diyemezdi. İçinde ona karşı bir öfke birikmiş olsa da, bu öfke ondan vazgeçmesine neden olacak kadar büyük değildi. Hiçbir duygunun da buna neden olabileceğini sanmıyordu. Bir sabah kararını verdi. Kurt, kabuğunun içinde uyurken, küçük istiridye onu izledi. Uzun uzun izledi. Ardından manto denilen kabuğundan ışıl ışıl bir salgı salgılanmaya başladı. Sedef gibi parlak. Bu istiridyenin gözyaşlarıydı. Sedef salgı, uyuyan kurdun etrafını ipek bir koza gibi sarmaya başladı. İstiridyenin kollarıymışçasına, sevgi ve şefkatle. Sardı, sardı, sardı…Yusyuvarlak, ışıl ışıl, kaskatı bir taş haline gelene kadar sarmaya devam etti. Artık küçük istiridyenin de bir incisi vardı. Vazgeçemediğini sinesinde saklayan, gözyaşlarıyla oluşturduğu bir incisi.