Aydan, verandadan dışarıya baktığında gözüne ilk olarak kocaman kupkuru bir ağaç takılıyordu. Evi satın alalı daha birkaç gün olmuştu. Tapu işleri ve daha pek çok prosedürle ilgilenmekten ancak fırsat bulabilmiş, yeni evi ve bahçesine neler yapabileceğini daha yeni yeni düşünmeye başlamıştı. Komşuları çok iyi insanlardı. Hepsi apartman hayatından bahçeli müstakil ev hayatına yeni adım atmış yeni komşularına yardımcı olmak istiyor, bahçe, toprak ve dahası hakkında ne biliyorlarsa paylaşmak için yarışıyorlardı. Hepsinin de söylediği şey bu kocaman kuru ağaçtan kurtulmalarıydı. Daha ne ağacı olduğu bile anlaşılamayacak haldeydi. Üzerinde tek bir yaprak bile kalmamıştı. Gövdesi susuzluktan kupkuru kalmış, hiçbir hayat belirtisi vermez haldeydi.
Aydan’ın içinden o ağacı kestirmek nedense hiç gelmiyordu. Yerine yeni bir fidan dikebilirdi. Ama bir ağaç kolay büyümüyordu ki. Hayallerindeki bu eve taşınan kadın, gelir gelmez bu evde kendisinden çok daha uzun zamandır var olan bu canlıyı yok etmenin vefasızlık olacağı hissine kapılmıştı. Dağdan gelip bağdakini kovmak gibi. Komşularına ve yakın çevresine bu düşüncesini anlattığında hepsi yersiz buldu. Çünkü onlara göre ağaç çoktan ölmüştü.
Aydan , o sabah üzerinde bir ağırlık hissiyle uyandı. Kahvesini alıp verandasından dışarıyı izlemeye koyuldu. O kocaman kuru ağaç tüm kasvetiyle manzarasını kapatıyordu. Etrafındaki renk cümbüşüne, hareket ve canlılığa inat, ölümü hatırlatırcasına hayatın ortasında dimdik dikilmiş kadınına bakıyordu sanki ya da kadına öyle geliyordu. Bu yaşlı ağaçla ne yapacağına sonra karar verecekti. Daha tam yerleşememiş, eşya kolilerinin çoğunu açmamıştı. Bir ağacı kesmekten çok daha önce halletmesi gereken işleri vardı. Telefonu çaldı. Arayan teyzesiydi. Hastaneye gelmesini istedi. Annesi de hastanede onu bekliyor olacaktı. Telefonda teyzesi ile konuştuktan sonra kalkıp hastaneye anneannesini ziyarete gitti. Anneanesinin canı incir istemişti. Gidip incir aldı. Görüş günüydü. Doktorlar mikrop kapar endişesiyle yaşlı kadının ziyaretçilerine izin vermiyordu. O gün ziyarete izin verilmişti. Bu artık iyileştiğinin mi yoksa ümitlerin bitişinin işareti miydi anlamak zordu. Cevap doktordaydı ama soracak cesaret kimsede yoktu. Çıkmadık candan ümit kesilmez, kimin vadesi ne kadar ancak Allah bilir inancına sarılıp en olumlusu düşünüldü.
Hastaneye geldiğinde annesini, odanın kapısında beklerken buldu. Hemşire bir süre beklemelerini rica etmişti. Aydan, annanesi için aldığı inciri hemşireye verdi. Hastaların yemek saatiydi. Bir süre sonra, maske ve uygun kıyafetler giydirilerek ziyaretçiler içeri alındılar. Yan yana serili yataklar, her yatakta, odadan içeri girenlerin maske takılı yüzlerinde kendi geçmişlerine dair tanıdık gözler arayan yorgun hasta ve yaşlı bakışlar. Küvezde ana babasının kim olduğunu, onu kimlerin gelip alacağını bilmeden bekleyen yeni doğmuş bebekler gibi bekliyorlardı. İnsanın en aciz olduğu iki zaman. En küçük ve en yaşlı olduğu zamanlar.
Aydan ve annesi, hemşireyi takip edip hastaların önlerinden geçerek odanın en arkasında sol köşedeki yatağa doğru ilerledi. Hemşire, bembeyaz çarşaflar serili hasta yatağının başına gelince , yaşlı kadının kulağına yaklaşıp; ‘Münire teyzeciğim ziyaretçilerin var.’ dedi. Kadının, ziyaretçileri seçmek için kısarak baktığı gözleri ilk olarak kızına ilişti. Tanıdık birini görünce gözlerde yanan ışık, yaşlı kadının gözlerinde yanmadı. Aydan’ın annesi maskedendir belki diye düşünerek maskesini hızlıca aşağıya indirip yüzünü gösterdi. ‘Anne , benim. Mine’ dedi. Yaşlı kadın hala yabancı gözlerle bakıyordu. Sebep maske değildi çünkü. 95 yaşında artık yoruldun dinlen diyerek demansa giren zihindi. Böyle durumlarda insan beyni en özel, en çarpıcı anılarını saklar, en mutlu olduğu anlarda takılı kalabilirdi. Geri kalan her şey de bir bilgisayarın çöp kutusuna atılmış dosyalar gibi yitirilip giderdi.
Yaşlı kadının gözleri, kendisini annesine hatırlatmaya çalışan kızının ardında duran yüze takıldı. Torunu Aydan’a. Gözlerinde o ışık yandı. ‘Beyaz Manolyam’ dedi. Eski bir şarkıyı , ‘Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam’ şarkısını mırıldanmaya başladı. Aydan’ı o büyütmüştü. Eşini kaybettiği yıl Aydan dünyaya gelmiş, giden bir canın ardından duyduğu acıyı biraz olsun unutmak için, tüm odağını gelen bu yeni cana yöneltmişti. O yüzden herşeyi unutsa da zihni onu unutmasına izin vermiyordu.
Anneannesiyle aralarındaki özel bir yere sahip olan bu şarkıyı onun yaşlı ve yorgun dudaklarında bir fısıltı gibi duyan Aydan gözyaşlarına mani olamadı. Bu şarkıyı bir daha bu sesten, doğduğu andan itibaren kulaklarına yer etmiş olan bu sesten belki de bir daha dinleyemeyecekti. Tüm çocukluğu geçip gitti gözünün önünden. Naftalin, zambak kolonyası ve beyaz sabun karışımı kokan o bahçeli ev, mis kokulu pamuk ninesinin koynunda uyuduğu huzurlu geceler, ona ninniler söyleyen o naif ses, dizine yatırıp saçlarını okşayan o asırlık çınar. Şuan gözünün önündeki hastane yatağında uzanmış yatıyordu çocukluğu. İnsan, çocukken yanında olanlar göçüp gittiğinde, çocukluğunuz da onlarla birlikte gidiyormuş gibi gelir. İşte tam da o anda büyümeye başlarsınız.
Aydan, anneannesinin yanına yaklaşıp ‘Bugün nasılsın Münire Sultan diye sordu.’ ‘Çok iyiyim dedi yaşlı kadın. ‘Ama canım incir istedi bu hemşireler bana yedirtmiyor’ diye sitem etti küçük bir kız çocuğu edasıyla. Hemşire gülümseyerek ‘yedin ya Münire teyze.’ dedi. Münire hanım, çok neşeli ve hayat dolu bir kadındı. Hayatı boyunca ailesinden büyük kayıplar yaşamış olmasına rağmen tevekkülü elden bırakmamış, yaşama sevincini hiç yitirmemişti. Bedeni ne kadar yaş alırsa alsın içindeki küçük kız çocuğunun büyümesine hiç izin vermemişti. Bu yüzdendir ki her doğum gününde ‘bugün kaç yaşına basıyorsun ?’diye soranlara, muzipçe gülümseyerek ‘On yediden gün alıyorum’ derdi.
‘Seni hastaneden çıkınca nereye götüreyim’ diye sordu Aydan. Yaşlı kadın biraz düşündü. ‘Zeki Müren konserine’ dedi. Kızı Mine gülerek lafa girdi. ‘İlahi anne, Zeki Müren vefat etti ya. Başka birini söyle’. Kadın biraz daha düşündü ve ‘O zaman Muazzez Abacı konserine gidelim.’ Hepsi gülümsedi. Aydan’ın kulağına küçükken anneannesinin büyük eski antika radyosunda dinlediği Türk Sanat Müziği şarkıları geldi. Hastayı daha fazla yormamak adına hepsi odadan çıktı. Aydan çıkarken anneannesinin elini iki elinin arasına aldı koklayarak öptü.
Ertesi gün hastaneden arayıp Münire Sultan’ın vefat ettiğini haber verdiler. Hepsi dile getirmese de bunun olacağını biliyordu. Ama insan konduramıyor sevdiklerine ölümü. Doğduğun andan itibaren hep yanında olan insanlar ölüp gidemez, seni hiç bırakamaz gibi geliyor. Gerçekler hiç de öyle değil.
Aradan özlem dolu bir kış geçer. Aydan, ilk kez anneannesinin dünyada olmadığı bir kış geçirir. Bu kış her kıştan daha çok üşütür onu. Bir bayram geçer onsuz. Aydan, anneannesinin evine giremez, onu hep koltuğunda hayal etmek istiyordur ve onu orada görememeye hazır hissetmez. Ve bahar gelir. Aydan evinin bahçesine çıktığında gözlerine inanamaz. Bahçedeki o kasvetli görünen, ölmüş dedikleri ağaç yemyeşil yapraklar açmış kocaman beyaz çiçeklerle donanmıştır. İlk kez bu kadar büyük ve beyaz çiçekler gören Aydan telefonuyla ağacın resmini çeker ve ne ağacı olduğuna internetten bakar. Gördüğü karşısında gözyaşlarını tutamaz. Bu bir manolya ağacıdır. Koklamaya kıyamam benim beyaz manolyam diyen anneannesinin sesini duyar, ruhunu hisseder yanında. Ve ağacına yeni adıyla seslenir. ‘Hoş geldin Münire Sultan. ‘