Kasvetli ve boğucu… Bulunduğun odayı tarif et deseler kesinlikle kullanacağım iki kelime. Burası bir bekleme salonundan farksızdı artık benim için. Bu yüzden odanın en sevdiğim yeri pencere kenarıydı. Odanın bir köşesinde duran ve pek de kullanılmayan o ahşap sandalyeyi pencerenin kenarına çekip saatlerce izleyebilirdim dışarıyı. Sokağı, sokaktan geçen insanları, ağaçları, gökyüzünü ve kuşları. Her gün bir hikaye uydururdum onlarla ilgili. Bu yüzden arkadaşlarım bana ‘Hikayeci’ der, bazı geceler etrafımı sarar hikayemi meraklı gözlerle dinlerlerdi. Tüm hikayelerimin ilham kaynağı bu pencereydi.
Bu sabah hava çok güzeldi ve ben yine tek mutlu olduğum yerdeydim, penceremin kenarında… Dünyaya açılan pencerem. Tıpkı gözlerim gibi o ve en güzeli ben dışarıda olanları izliyordum ama onlar benim farkımda bile değildi. En çok gökyüzünü ve ağaçları izlemeyi seviyordum. Ağaçlar, öyle sessiz, sakin ve asiller ki. Sonra gözlerim iş çıkışı koşturarak evlerine giden insanlara takılırdı. Çocuğunu kolundan tutup çekiştirerek yürüyen kadına, her gün parkın aynı bankına oturup bekleyen emekli Ahmet amcaya. Ne emekli olduğunu ne de adının Ahmet olduğunu biliyorum. Sadece benim hikayemde öyleydi.
Dışarıyı izlerken penceremin tam önünden bir kuş geçti. Ne kadar da yakından geçti. Hemen ardından bir tane daha. Ya arkadaşlar ya da eş diye düşündüm. İlerideki ağacın dalına kondular. Dün de ordaydılar. Sürekli aynı yere gelmeleri garip. Bir karartı var ama tam net seçemiyordu gözlerim. Geçen bayram, hediye paketlerimden birinden bir dürbün çıkmıştı, onu hatırladım. İşte şimdi tam sırası. Nereye koymuştum onu acaba? Yatağımın altındaki kutudaydı sanırım. Evet işte orda. İlk kez kullanacağım,bu neden daha önce aklıma gelmedi ki? Dürbünümle ağaca doğru baktım, o iki kuşun konduğu sık yapraklı dallara doğru baktığımda gördüğüm şey beni nedense hayrete düşürdü. Bir yuva…Bir kuş yuvası.
Küçük dal parçaları, kuru yapraklar ile ince ince işlenmiş, örülmüş bir mimari harikası. O kadar muazzam ki, görür görmez hayran olurdu insan. Böyle ince bir işçiliğin, bu küçük, kahverengi, çelimsiz yaratıklar tarafından yapıldığına inanmak zor. Dürbünün ayarlarıyla oynayıp biraz daha yakınlaştırdım. Her detayı izlemek, yuvasının başında ‘Bunu ben yaptım’ gururuyla bir o yana bir bu yana zıplayan minik kuşu gözlemlemek keyif veriyordu. Yuvanın içinden üç küçük gaga yukarı doğru uzanıyordu. Bir tane de kahverengi benekli beyaz küçük bir yumurta vardı, henüz çatlamamış. Yuvanın en tembeli bu galiba dedim içimden. Kardeşlerine yetişememiş, halen kabuğunu kıramamış.
İki minik ebeveyni izliyordum. Tatlı bir telaş içindelerdi. Gagaları hep yukarda, süt için ağlayan bebekler gibi yiyecek bekleyen yavrularını doyurmak için uçup uçup dönüyorlardı. Biri ne zaman bir şeyler getirmek için uçup gitse diğer ebeveyn yuvanın başında, en yakın dalda durup bekliyordu. Diğeri ağzında bir böcek ya da solucanla döndüğünde öteki hızla uçup gidiyordu. Bir takım oyunu, bir bayrak yarışı gibi. Bu iki minik beden, çer çöpten yaptıkları yuvalarının içinde duran üç doymak bilmeyen gagayı doldurmak için bir seferberlik halindeydiler. Birden içime bir sıkıntı bastı. Öfkeyle karışık bir karanlık. Hızla perdeyi kapatıp kalktım yerimden. Dürbünü bir kenara atıp uzandım. Tek isteğim; uyumak. Rutubetten kararmış, artık eski beyazlığı kalmayan tavana bakarak uyuyakaldım.
Ertesi gün, kahvaltı sonrası herkes odasına çekildiğinde, gözlerim perdesi kapalı pencereye ilişti. Dün anlam veremediğim öfkem, yerini tekrar meraka bırakmıştı. Dürbünümü alıp perdeyi açtım. İşte yine oradalardı. Kuşlardan biri, yavruların başındaydı. Diğeri ise yine yuvaya yiyecek taşımak için gitmişti. Gözlerim, çatlamayan yumurtaya takıldı. Sanırım başaramadı. Kabuğunu hiç kıramayacaktı. Onun kabuğunu kırmasına yardım etmeyen anne babasına ve karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen kardeşlerine öfkelendim. Ne kadar bencillerdi. Hayat, o kabuğunu kıramayan yumurtaya rağmen devam ediyordu.
Her sabah bu yuvayı ve kuş ailesini izlemek bir ritüel haline geldi benim için. Karanlıkta görebilsem, gece de izlemeye devam ederdim, öylesine ilgimi çekiyordu. Günlük işlerden fırsat buldukça, odama kaçıyor, dürbünümü alıp onları izliyordum. Merakla başlayan her gözlemim, isimlendiremediğim karanlık bir duyguyla sona eriyordu.
İki hafta geçti. İki hafta boyunca her gün yuvayı, yavruları ve iki kuşu gözlemledim. Sadece insana mahsus olduğu düşünülen her duyguyu hissettim onlarda. Merhamet, sevgi, korku… Bakıp da görmediğimiz pek çok can, can taşıyan her beden, boyutu, şekli, tipi, türü ne olursa olsun benzer şeyleri yaşıyor ne garip.
Bir Pazar sabahı, yine uyanır uyanmaz dürbünümü alıp pencereye koştum. O gün farklıydı. Kuşlar yavrularına yiyecek taşıma telaşında değillerdi. İkisi de yuvanın başındaydı. Tüysüz, şekilsiz, kocaman gagalardan ibaret yavrular büyümüş tüylenmiş ve anne babalarına daha çok benzeyen bir şekle bürünmüşlerdi. Henüz toy oldukları hareketlerinden belli oluyordu, ancak iki hafta önce yuvada ilk gördüğüm hallerinden çok farklıydılar. Büyük kuşlardan biri, ağzında tuttuğu yiyeceği yavrulara gösterip arkasını dönüyor yuvadan uzak bir dala konuyordu. Ne yapmaya çalışıyordu acaba? Yavru kuşlardan biri yuvadan dışarı çıkıp ağacın dalına doğru adım attı. Sanırım amaç buydu; yavruları yuvadan çıkarmak. O sırada korkunç bir şey oldu. Ve yavru kayıp düştü. Yuvanın bulunduğu yüksek daldan aşağı düştüğünde hiç şansı yoktu biliyordum. Küçük kuş tam düşerken hızla kanat çırpıp yükselmeye başladı. Uçuyordu. İlk andan itibaren büyümelerini izlediğim yavrulardan birinin bu ilk uçuşu beni inanılmaz duygulandırdı. Gözyaşlarıma mani olamadım. Sanki onunla ben kanat çırpıyor, onun yerine ben uçuyordum. Yavru kuş uçtu ve yukarı yükselerek gagasında yiyecek tutan ebeveyninin yanına kondu. O yiyeceği hak etmiş ve kısacık hayatının belki de en önemli anını yaşamıştı. Onun ardından diğer kardeşine cesaret gelmiş olacak ki, o da yuvadan atladı. Kardeşinden çok daha hızlı kanat çırparak uçmaya başladı. Artık kendimi tutmayı bıraktım ve burnum kızarana kadar ağladım. Bu olay beni neden bu kadar etkilemişti anlamıyorum.
Yuvada hala bir yavru vardı ve yuvadan aşağı bakıp geri çekiliyordu. Sanırım o henüz hazır değildi. Güvenli yuvasının en derin, en kuytu köşesine sinmiş halde, uçmayı başaran iki kardeşini izliyordu. O yavruyu büyük bir şefkat ve merhamet duygusuyla uzunca bir süreyle izledim. Onu çok iyi anlıyordum. Yanında duran kırılmamış yumurtadan daha başarılı ama uçup giden iki kardeşine kıyasla daha yeteneksizdi. Yanındaki yumurtayı fark ettiğini bile sanmıyorum çünkü minicik gözleri, yuvanın etrafında uçup duran anne babası ve kardeşlerindeydi.
Ertesi sabah, midemde korkunç bir krampla uyandım. Çok kötü bir gece geçirmiştim. Rüyamda sürekli uçurumlardan düştüm, uyandım tekrar uyudum, ter içinde uyandım. Başucumdaki su şişesini kafama diktim ve çölde kalmışçasına kana kana içtim. Derin nefes almaya çalışıyordum ama tamamlayamıyordum, nefesim kesiliyordu. Sabah olduğunda da aynı stresli hal devam ediyordu. Sanki karnımın içinde kocaman bir uzay boşluğu vardı.
Perdeleri çekilmiş pencereme doğru baktım ancak hiç içimden gelmiyordu. İlk kez bir sabah dürbünümü alıp pencereden dışarı yuvayı izlemek içimden gelmiyordu. Belki de vedaları sevmediğimdendir. Yatağımın altındaki eski püskü bavulumu çıkardım. Üzerinde bir karış toz birikmişti. Çekmeceden aldığım bir mendille tozunu aldım. Zaten toplasanız bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az giysim vardı. Onları katlayıp bavuluma yerleştirdim. En üste de kitaplarımı koydum çünkü en kıymetlim onlardı. Hikayelerimi yazdığım defterim ve dürbünümü de bavuluma koyarken odamın kapısı açıldı. Zehra anne, yanında sonradan Sosyal Hizmetler Uzmanı olduğunu öğrendiğim iki kişiyle odaya girdi. Zehra anne, yetimhanemizin müdüresi, ancak buradaki tüm yetimlerin annesi sayıldığı için kimse ona ‘müdür’ demezdi. O, Zehra anneydi. Kırlaşmış saçları ensesinde sımsıkı topuz yapılmış, resmi giyimli sert bakışlı bu kadının nasıl şefkatli bir yüreği olduğunu uzun yıllarını burda onunla geçirmiş olan ben bilebilirdim ancak. Boğazına bir şey düğümlenmiş gibi zorla konuşuyordu. Gözleri kızarmıştı. Yanıma yaklaştı ve sarıldı. Cebime birşeyler sıkıştırdı. Bir tane de kart verdi elime. Daha önce konuştuğumuz gibi bu karttaki numarayı mutlaka ara dedi. Peki dedim tekrar sarıldım. Bir damla gözyaşı bile akmadı gözlerimden. Sanırım yalnız kalacağım o ilk anı bekliyordum, bağıra bağıra ağlamak, şuan biriktirdiğim yağmurları fırtınaya dönüştürmek için. Serde erkeklik vardı, ağlamamam gerekiyordu şimdi. 18 yaşında olmama rağmen bir ömre sığacak sorumluluklar yüklüydü omuzlarımda. Bavulumu alıp, çocukluğumu geçirdiğim yetimhaneden ayrıldım.
Yetimhanemin bahçesinde beraber büyüdüğüm arkadaşlarımı, daha doğrusu ana baba ayrı kardeşlerimi gördüm. Sarıldılar, ağladılar, ben yine ağlamadım. Sadece o anı hızla atlatmak istiyordum. Elimde bir kumanda olsaydı da o anları ileri sarabilseydim keşke diye düşündüm. Vedalardan nefret ederim. En çok da hikayelerini özleyeceğiz dediler. 18 yaşından küçüktü hepsi. Büyüdüklerinde onlar da benim gibi yuvadan uçacaklardı. Yuva… Yuva deyince aklıma ağaçtaki kuşlar ve yuva geldi. Son iki haftamın her gününü meşgul eden yuvayı da son kez görmek istedim.
Yetimhanenin arka bahçesinde, odamın karşısındaki ağacın önünde durdum, başımı yukarı kaldırdım; ancak ağaç o kadar yüksekti ki, hiçbir şey görünmüyordu. Tam gidecekken ayaklarımın dibinde küçücük bir şeyin hareketsiz durduğunu farkettim. O anda tutamadım gözyaşlarımı. Yuvadaki ürkek yavruydu. Başaramamıştı. Yuvadan ayrılan her yavru uçamıyordu demek. Yanına eğildim, gözlerimi ayıramadan bakakaldım yavruya. Sonra doğruldum ve bavulumu alarak bahçe kapısına yöneldim. İçimdeki kocaman boşluk, yuvadan uçan yavrular, çatlayamayan yumurta ve yerde yatan küçük cansız kuşu düşünerek yuvamdan ayrıldım. Beni bekleyen yeni hayatıma ilk adımı attım.