Psikolojide ‘yansıtma’ dedikleri bir kavram var. Hani kendimize yakıştıramadığımız dürtü, duygu ve yaşantıları başka birine ya da bir şeye yansıtmak. Bir nevi, bu rahatsızlık hissinden sorumluluğu başka bir şeye yükleyerek kurtulmaya çalışmak.
Çocuğunda sevmediği bir özellik gören annenin, ‘tıpkı babası’ serzenişleri bunun en masum olanı mesela. Kızdığı gelinine, damadına ‘elin kızı,elin oğlu’ demek, annesi babası olmayan kimsesiz çocuklara ‘sokak çocuğu ‘ demek gibi. Hepsi yansıtmanın, bizi rahatsız eden şeyleri bizim dışımızdakilere yüklemenin sonucu. Neden ‘sokak çocuğu’ deriz mesela? Bu ismi, ilk kim koymuş bu kimsesiz çocuklara ve nasıl kabul görmüş? Belli ki toplum yapmış bu yansıtmayı. Onlar için bir şeyler yapmak, onları sarıp sarmalamak, kucak açmak yerine, onları cansız bir varlığın evlatları olarak lanse etmek kolayımıza gelmiş belli ki. Ben de ‘kişileştirme’ sanatını kullanarak, o çocukların anası sayılan sokağı dile getirdim. Bakalım sokağın dili olsa, biz insanoğluna ne derdi oma emanet ettiğimiz çocuklarımız için?
BİR SOKAĞIN SİTEMİ
Sayısız çocuğum var, ne üçü de ne beşi
Şu sokak köpekleri, yoldaşı ve kardeşi.
Örtersem karanlığı, terk edersiniz beni
Onlar kaldı tek bana, bir vefalı yar gibi.
Doğru dersiniz siz, onlar sokak çocukları
‘Benim’ taştan kalbimle, onların anaları
Duvarlarımı titretir, ağıt ve ahları
Neden taşırsınız o duymayan kulakları?
Bir küçük sokağım ben, bakımsızdır yollarım
Siz gidin üzülmeden, ben onlara ağlarım.
Onlar benim çocuklarım, hiç bıkmadan bakarım,
Durmaksızın geçin siz, ben onları kollarım.
Ellerim yok ki benim, okşayayım saçları
Kabartırım kaldırımları acımasın başları
Merak etmeyin siz, kuruturum gözyaşları
Neden var sanırsınız şu yağmur mazgalları?