Burada; Suudi Arabistan Konsolosluğunda işlenen cinayetin niçin, ne amaçla işlendiğini, kimin kazanıp kimin kaybettiğini değerlendirecek değiliz. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki; bazı çevrelerce bu gün İslam dünyasının lideriymiş gibi takdim edilen ve kendini de öyle görüp, bölge ve dünya siyasetinde ön almaya çalışan bu topluluk ve onun din anlayışı sayesinde dünya kamuoyu “İslam” kelimesini duyduğunda geri bakmadan uzaklaşmaktadır.
Öyle ya, bütün dünyada yaklaşık son bir aydır muhalif olduğu söylenen gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayeti konuşuluyor. Bu cinayetin işleniş usulü, işleniş şekli en ayrıntılı şekilde dile getiriliyor. Kaşıkçının konsolosluk binasında nasıl öldürüldüğü, cesedinin nasıl parçalandığı, binadan nasıl çıkarıldığı, nasıl yok edildiği gibi konular.
Bilemiyoruz… Belki de bu cinayeti planlayanların amaçlarından biri de insanların “Müslüman” kavramıyla arasını açmak olmalı.
İşin bu yönünü bir tarafa bırakalım.
Aslında bu olay bize şunu gösteriyor.
Son yedi sekiz yıldır yanı başımızda yaşanan Suriye savaşı sebebiyle – iç savaşı demiyorum, aslında dış güçlerle yapılan bir savaştır- sosyal medyadan, basından şahit olduğumuz o kesme, boğazlama görüntülerinin bir devlet eliyle gerçekleşmiş halidir. O en acımasız, en vahşi, en gaddar görüntülerin geçek faillerinin resmi olarak ortaya çıkmış şeklidir.
Öyle ki bu olay, adamların en ufak muhalefete karşı –hangi anlayıştan olursa olsun- geçmişteki acımasızlıklarının günümüze yansımasıdır.
Onların geçmişinde bu tahammülsüzlüğün bir çok örneklerini görmek mümkün.
Hicretin hemen başlangıcında Hz. Muhammed’i öldürmek için her kabileden bir genci suikastçı olarak örgütleyen aynı anlayış… Endişeleri… Aman bu sorumluluk bir kabilenin üzerine kalmasın… Güya hassas bir cinayet planlaması…
Yine muhalefete tahammülsüzlüğün bir diğer göstergesi… İsterse peygamber evlatları olsun… Hepsinin en acımasız şekilde katledilmesi… Yani Kerbela olayı… Mantık aynı mantık . İtaat etmeyen, biat etmeyen mutlaka diğerlerine ibret olacak şekilde ortadan kaldırılır.
Şehit İmam, İmam-ı Azam Ebu Hanife de onların bu acımasız anlayışlarının tarihteki aziz kurbanı değil mi?
Muaviye ve Yezid’in saraylarında kaybolanlar… Ve yine valilik binalarının damlarından halkın önüne fırlatılanlar da ayrı…
Hatta bu Kabil vari, tek hakim ben olayım, hepsi benim olsun anlayışını zihinlere iyice yerleştirmek için hakkın ve hakikatin yegane temsilcileri olarak kendilerini ilan etmişler. Kendileri gibi olmayanı, kendileri gibi düşünmeyeni, inanmayanı batılın temsilcileri olarak görmüşlerdir. Ve bu sayede batıl ve batılın temsilcileri olarak ilan ettikleri muhalifleri, kendilerince tekfir edip sonra katletmek suretiyle kolayca yok edebilmenin kapısını açmışlardır.
Evet… Bu anlayış sahipleri bizim inandığımız İslam’ın temsilcileri olamaz. Onlar İslam’ı ilk kaynağından günümüze taşıyan saf anlayışın temsilcileri de olamaz.
Bizim inandığımız İslam, muhalif söylemler karşısında Zümer suresi 18. Ayet üzerinden inananların ta yüreğine, muttakiliğine seslenir… “Onlar ki bütün sözleri dinlerler. En güzeline tabi olurlar…”
Bu yaklaşım düşmanlıktan, yok etmeden öte, hakaretten, küfürden başka bir düşüncesi, bir fikri, söyleyecek bir çift sözü olana “buyur, konuş” diye kendini ifade edebilme kapısı açmaktır.
Yine bizim inandığım o aziz Peygamberin şu yaklaşımını atlamamız da mümkün değil.
Mekke’yi fethettiğinde kendisine ve inananlara yirmi bir yıl her türlü eza ve cefayı layık görenlere dönerek “ Bu gün size ne yapmamı istersiniz?” diye sorduğunda mağlup olmuş, zelil olmuş o Mekke müşrikleri “Muhammed! Bu gün senin günündür… Bu gün, güç senin kudret senin… Bize ne istersen yapabilirsin” dediler.
Hz. Muhammed’in o muhaliflere, hem de Müslümanları yok etmek isteyen o savaşçı muhaliflere tek bir cevabı oldu. “Hepiniz serbestsiniz”
Aslında, Kudüs’ten önce Mekke ve Medine özgür olmalı ki tüm ümmet özgür olsun…