Fazla değil, isterseniz bundan elli, ya da altmış yıl öncesine kadar gidelim.
Yaşamış olduğumuz bu coğrafyada, saatin bu günkü gibi henüz yaygın olmadığı, bir köy veya mahallede saat denilen aracın bir iki kişide bulunduğu… Direk “saat kaç” değil de, önce “saatin var mı” diye söze girildiği… Hatta olmadı, şehirlerde bu ihtiyacın belli meydanlarda kurulan meydan saatleri üzerinden giderildiği dönemlerde… Acaba sahur vakti nasıl ayarlanırdı, diye sorsak…
O dönmeleri yaşayan bir çok büyüğümüz, farklı farklı metotları dile getirecektir.
Belki bize garip gelecek ama kimisi horozun ötmesini sahur vaktinin girdiğinin işareti olarak görürken, kimisi akşamdan tembihlediği komşusunun geceleyin seslenmesini uyana bilme aparatı olarak anlatacak. Kimisinden de pencere aralıklarından sızan belli belirsiz ışık sayesinde sahur vaktinin bittiğinin ve şafağın söktüğünün anlaşılmasının, geçmişte kullanılan bir yöntem olduğunu dinleyeceğiz.
Gerçekten de o zamanlar çocuktuk. Her halde evde bir saat olmadığı için annem veya babamın gece uyanıp pencereden bakmak suretiyle sahur zamanını kestirmeye çalıştıklarını hatırlıyorum. Çoğu zaman da pencereden sızan hafif aydınlıkla yarış eder gibi hızlıca yemek yediklerini … Oruç tutmamamıza rağmen onların bu telaşına bizlerinde ortak olduğunu hiç unutmuyorum.
Sonraları Ramazan geliyor diye alınan çalar saat imamdan öğrenilen imsak vaktine göre ayarlanıp kurulurdu. Ve bu sayede sahura kalkamayıp orucu kaçırma veya sahur yemeden oruç tutma sıkıntısı ortadan kalkmış oldu.
Sonraları köyün camisine kurulan hoparlör sistemi durumu daha da kolaylaştırdı. Fakat bu sefer de, gördüğümüz kadarıyla imamların işi zorlaşmıştı.
O zamanlar imamlar sahur vaktinin bittiğini sala okumakla ilan ederlerdi. Sala okunduktan bir müddet sonra da sabah namazı için ezan okurlardı. Bu, sala ve ezan arasında epeyce bir zaman olurdu. Bu durum içimde, imamların işinin Ramazan ayında ne kadar zor olduğuna dair bir duygu oluşturturdu.
Öyle ya, Teravih… Sahurun bitişini ilan… Bir müddet sonra da sabah ezanı…
Gelelim günümüze. Herkeste ve her yerde saat var. Sahur vakti veya sahura kalkmak ile ilgili bir sıkıntı, bir zorluk yok. Hatta öyle ki, saat üzerinden sahur vaktini nasıl uygun görüyorsak ona göre ayarlaya biliyoruz.
Peki bir de şöyle düşünelim. Farz edelim ki günümüzde saat denilen bir şey yok. Ya da biz, saatin çok nadir olduğu seksen yüzyıl öncesindeyiz. Öyle bir zamanda, karanlığın farklı olmadığı, gecenin saat 10’u ile saat 3’nü ayırt etmemizi sağlayacak ne var?
Yani gecenin yarısı mı, sabaha karşı mı nasıl anlayacağız? Ya da çok kısaca, Sahur vaktinin bitiğini, herkesin fark edebileceği şekilde şafağın söktüğünü gözümüzle görmenin dışında anlayabileceğimiz başka bir ölçümüz var mı?
Evet! En nihayetinde gecenin hangi vaktinde olduğumuzu anlamanın, özellikle sabaha ne kadar yakın olduğumuzu anlayabilmenin en gerçekçi yolu gecenin bittiği, günün başladığı o vakte şahit olduğumuz andır.
Peygamberimize yöneltilen “ne zamana kadar yiyelim içelim ey Allah’ın Resulü” sorusuna Allah, peygamberi aracılığı ile tüm insanları, tüm zamanları ve tüm Dünya coğrafyasını kapsayacak şekilde cevabını vermiştir. Gecenin karanlığının bitişinin, günün de aydınlanmaya başladığının hissedildiği zamana kadar… Yani “beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya” kadar… (Bakara 187)
İsterseniz günümüz sahur vaktinde dışarıya bir de bu gözle bakın. Ortalığın ne kadar sonra aydınlanmaya başladığını göreceksiniz.
Onun için dedim… Eski ramazanlara bir de bu açıdan bakalım…
Zaman ne kadar hızlı değişiyor… İbadet zamanları bile…