Gelin ve damat, coşkulu bir düğünün ardından düğün salonundan ayrılmak üzere, salonda kalan yakın eş, dost, akrabayla da fotoğraflar çekinip ayaküstü sohbet ederek kapıya doğru yönelmeye çalışıyorlardı. Balayına çıkmak üzere evlerine uğrayacaklar, üzerlerini değişip bavullarını alarak, havaalanına doğru yola çıkacaklardı.
Damadın anne ve babası mutluluk ve gururla oğullarının sırtını sıvazlıyor, onu kucaklayıp kutluyorlardı. Gelinin evli ve bekar arkadaşlarından oluşan bir kızlar grubu düğün curcunasının ardından gelini tek yakalayabilmiş olma fırsatıyla gelini aralarına alıp fotoğraflar çekiniyor, kahkahalarla gülüp eğleniyorlardı. Tüm bu eğlence ve tatlı telaşın arasında zorlukla gülümsemeye çalışan, arada fırsat buldukça kendisini boğan şeyin kravatı olduğunu sanarak onu çekiştirip duran ve tek eğlenemeyen adamın ruh halini kimse fark etmiyordu bile. Gelinin babası.
Küçücük bir çocukken, müsamerelerde kabarık etekli elbiseler giyen, gelin olma hayali kuran küçük prensesinin en mutlu günü gelip çatmıştı ama baba neden mutlu olması gereken bugünde böyle hissediyordu hala anlam veremiyordu. Tam midesine bir yumruk yemiş gibi hissediyor, düğününde mutluluktan gözleri parlayan kızıyla her göz göze geldiğinde , acısını saklayıp, gülümsemeye çalışıyordu.
Düğün bitip, gelin ve damat arabalarına kadar uğurlanmak üzere dışarı çıkıldığında gelinin babası bir adım geride durmuştu. Günlerdir o gün için kızına söyleyeceklerini aklından geçirip duruyor, notlar alıyordu. Elinde tuttuğu bir parça kağıt da söylemek istedikleri yazılıydı. İşte o gün gelmişti ama nedense bir cesaret ve fırsat bulup söylemek istediklerini söyleyememişti kızına. Kız isteme merasimi sonrası her şey o kadar hızlı gelişmişti ki. Nişandı, kınaydı, düğün alışverişiydi, tanışma yemekleri, prova yemekleri , düğün salonu gezmeleri derken düğün günü gelip çatmış, baba günlerdir kızıyla baş başa oturup ona söylemek istediklerini bir türlü söyleyememişti. Sonunda söyleyeceklerini bir mektup gibi yazılı olarak kızına vermeyi uygun buldu.
Beyaz gelinlik içinde bir meleğe benzeyen yavrusu kalabalıktan sıyrılmış, elini öpmek üzere babasının yanına gelmişti. Kızının gülümseyerek beyazlar içinde yanına geldiğini gören baba daha fazla dayanamayıp gözyaşlarına boğuldu. Elini öpmek üzere yaklaşan kızına sıkı sıkı sarıldı. Evladını öptü kokladı. Kınalı ellerine, yazdığı mektubunu sıkıştırdı.
Kız bir babasına bir de elindeki mektuba baktı ve sıkıca tuttu. Babasının gözyaşını avuçlarıyla silip tekrar sarıldı, artık o da ağlıyordu, annesine de sarılıp ‘Sizi çok seviyorum, uçaktan iner inmez size haber vereceğim’ dedi. O sırada damat da yanlarına geldi, kayınvalide ve kayınpederin ellerini öpüp, eşini alarak arabaya götürdü.
Gelin, arka koltukta eşinin yanına oturdu. Babasının ilk kez ağladığını görmüştü. Avucunun içinde sıkıca tuttuğu, babasının gözyaşıyla nemlenmiş katlı kağıdı açıp okumaya başladı.
Benim Güzel Prensesim,
Daha dün gibi hatırlıyorum hemşirenin seni kucağıma verdiği o günü. İnanamamıştım, bu minicik canın benim canımdan bir can olduğuna. O kadar küçük ve masumdun. Seni kollarımda tutarken içimde bir korku belirmişti. Ya incitirsem, ya düşürürsem, ya ağlatırsam diye. Ve o korku gün ve gün büyüdü içimde. Sana ilk bisiklet sürmeyi öğrettiğimde, seni ellerinden tutup okula götürdüğümde, üniversiteyi kazandığın ve başka şehre gideceğini öğrendiğim o günde.Ama sana hiç belli etmedim. Ben senin korkusuz babandım. Düştüğünde ağlayarak yanına geldiğin, yolda iri bir köpek gördüğünde korkup arkasına saklandığın, kabuslar gördüğünde yanına sığındığın korkusuz baban. Doğru. Bu dünyada tek korkum sensin kızım. Senin incinip, üzülmen. Bu yüzden seninle ilgili her yenilik, her değişim, her başlangıç korkuttu beni. Bana kız babası olmayı öğrettin. Kız babası olmak, bir ömür bu korkularla yaşayıp, kızının yanında korkusuz gibi davranabilmekmiş bunu öğrendim. Bana göklerden gelen bir emanettin. Seni pamuklara sarıp sarmaladım, üzerine titredim. Bir damla gözyaşıyla boynunu büküp bakman yeterdi çünkü bu koca adamı yıkmaya. Hiç üzülme, hiç ağlama, hiç kırılma diye uğraştım bu yüzden. Çünkü sen benim zayıf yanım, yumuşak karnım, küçük prensesimdin.
Ve şimdi beyazlar içinde bembeyaz bir güvercin gibi uçuyorsun yuvadan. Yepyeni bir hayat başlıyor senin için. Ve ben yine korkuyorum.Annenle düğünümüzü hatırlıyorum da, kayınpederim yani rahmetli deden düğün sonunda ağlamıştı. O zaman çok garipsemiştim. Ben kötü insan mıyım, kızı benimle evleniyor diye mi ağlıyor bu adam demiştim içimden. İçin için kırılmıştım dedene. Şimdi onu öyle iyi anlıyorum ki. Meğer sorun ben değilmişim ve muhtemelen senin düğününde ben de dayanamayıp ağlayacağım. Doğduğu andan itibaren her an yanında olduğun minik kızını ,üzebilecek, onu incitebilecek her detayı bir baba kadar kimse bilemezmiş. Ya üzülür, ya kırılırsa diye endişelenmenin acısıymış bu. Tıpkı seni hastanede ilk kucağıma aldığım zamanki endişe gibi. Ama bunları bir şikayet sanma sakın. Tam aksine bu endişelerim beni daha duyarlı bir insan yaptı. Sadece şunu bilmeni istiyorum prensesim. Ne kadar büyürsen büyü, kaç yaşına gelirsen gel, dünyada ne kadar büyük başarılar zaferler kazanırsan kazan , sen hep benim üzerine titrediğim küçük narin prensesim olarak kalacaksın. Bu yüzden bana bir söz vermeni istiyorum. Kendine çok iyi bakacak ve hep mutlu olacaksın. Mutlu ol ki bu yaşlı adam da huzur bulsun.
Kız, gözyaşları içinde mektubunu katlayıp küçük el çantasına özenle koydu. Ve gözyaşlarını silip gülümsemeye çalıştı. ‘Peki babacığım, söz veriyorum’ diye mırıldandı içinden.