Bugün köşemde ikinci kez severek okuduğum Sebahattin Ali’nin ‘İçimdeki Şeytan’ romanını okumayan gençlerimize özetlemek geldi içimden.
Sabahattin Ali 1907-1948 yılları arasında yaşamış ve edebiyatımıza pek çok eser kazandırmıştır. Bu eserlerin türleri şiir, öykü, oyun ve romandır. Şüphesiz Sabahattin Ali öyküleri ve romanları ile edebiyata yeni bir bakış açısı kazandırma konusunda önemli isimlerdendir. Sabahattin Ali yaşadığı yıllar içerisinde değerlendirildiğinde toplumcu gerçekçi anlayışı benimsemiştir. Fakat Sabahattin Ali’yi yaşadığı dönemler ile sınırlamak, ortaya çıkardığı eserler neticesinde imkânsız gibidir. Doğum yerinin Gümülcüne oluşu, babasının yüzbaşı olması ve sık sık tayinlerinin çıkması sebebi ile ilkokul ve lise dönemlerinde çeşitli şehirlerde bulunmuş, bu sayede memleketi tanımış ve çeşitli insan kişiliği okumaları yapmıştır.
İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali’nin üç romanından ikincisidir. İlk romanı olan Kuyucaklı Yusuf’taki Anadolu izleri, İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna ile biraz daha seyrelmiştir. Üç romanında da ağır basan ve Sabahattin Ali’yi diğerlerinden büyük bir farkla ayıran ise karakterlerin üzerinde yaptığı psikolojik tahlillerdir. Bireyselliğe, kişinin kendi ile yaptığı konuşmalara öyle yoğunlaşır ki samimiyeti, o kahramanları içimizden, arkadaşlarımızdan biri yapar. Roman kahramanlarının çelişkileri, aşkları, mutlulukları, pişmanlıkları kendimizden bir parçadır. Her birimize daha önce o karakterleri görmüşüz yahut o karakterler muhakkak sessizce aramızdan geçmişler hissi uyandırır. Bahsettiği konular hiç akıllara gelmeyecek kurgular değildir fakat ifade biçimindeki farklılık, eserlerini eşsiz ve zamansız yapmaktadır. İçimizdeki Şeytan da içimizden karakterleri barındıran bir romandır. Sabahattin Ali bu eseri 1940’ta yazmıştır. Ülke üzerinde cumhuriyet sonrası oturuşmamış değişimler, kahramanların karakterlerine de yansır. Yazar toplumdan ayrı bir insan olmadığı için toplumu iyi gözlemlemiş, kurgusu ile hem bir dönem eleştirisi yapmış hem de kahramanların iç dünyalarının dışarı vurumu ile evrensel çizgiye yaklaşmıştır.
Romanda mekânlar genel bakışta, İstanbul ve Balıkesir’dir. Balıkesir taşrayı ve nispeten samimiyet ve dokunulmamışlığı simgelerken, İstanbul, merkezi, kolaya kaçmada kullanılan kılıfı simgeler. “İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Kahve münakaşaları ile zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kâni değilim. Bizi buraya bağlayan alışkanlıktır. Biz burada amaçsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz…”sözü ile bu kılıfa bürünmeyi eleştirir. Olayın içerisinde aktığı şehir İstanbul’dur. Şehzade başı, Taksim, Beyoğlu, Macide’nin konservatuarı, Fındıklı, Tramvay durakları ve Ömer’in pansiyonu, Macide ve Ömer’in aşkının şekillendiği ve mümkün kılındığı yerlerdir. Roman boyunca bu mekânlar, hem kurguyu hareketlendirmiş hem de İstanbul’a hâkim bir bakış açısı sunmuştur. İçimizdeki Şeytan kitabının dayandığı temel sorun, dengeyi bulma ve bunun için çaba harcamanın zorluğunu seçmek yerine, içimizdeki acziyetimiz, tembelliğimiz, iradesizliğimiz ve en korkuncu hakikatten kaçma ihtiyacımızı seçme eğiliminde olan insan tiplemesinin varlığıdır. Roman, 1940’larda yazılmış olsa da bu tipleme, çağımızın getirileri ile belki günümüzde en zirvesini bulmuştur. Bu sebeple zamansız olarak addettiğimiz bu eser toplumcu gerçek akımının da bir getirisi ile hep bir umut vardır kapısı ile son bulmuştur. İnsan kendini eğitmeye bu sorunsalı kabul etmek ile başlamalı, fakat buna boyun eğmemelidir. Hayatta başarı ve mutluluk dediğimiz iki temel kavram da zaten bu çabanın çocukları olarak bizlere sunulmuştur. İçinde şeytan olduğunu kabul eden her insanın belki de peşi sıra söyleyeceği ilk cümle “Ümitvârım.” olmalıdır.