ENGELLER, HEP BİRLİKTE AŞILIR

SAĞLIK 04.12.2021 - 18:08, Güncelleme: 04.12.2021 - 18:08 5316+ kez okundu.
 

ENGELLER, HEP BİRLİKTE AŞILIR

İnsanoğlu, sosyal bir varlıktır. Her dâim birbirine ihtiyaç hâlinde olup acılarını paylaştıkça azaltan, sevinçlerini paylaştıkça artıran bir canlıdır. Bununla birlikte doğuştan veya sonradan oluşan engeller/hastalıklar ise, birlik ve beraberlik içerisinde, dayanışma ile aşılabilecek imtihanlardır. Nitekim bir adet “bir”, yine bir iken; dört tane bir, yan yana gelip birlikte olursa bin yüz on bir olur. Bir elin nesi varken iki el, birlikte ses çıkarmaktadır.
Çeşitli sebeplerle bedenî veya zihnî yeteneklerini kullanamayıp destek ve rehabilitasyona ihtiyaç duyan her kişi, “engelli” olarak tarif edilmektedir. Engelliliğin varlığı, insanlık tarihiyle birlikte başlamış, bakım ve rehabilitasyonu uzun yıllar içinde ilmî ve kültürel gelişmelerle doğru orantılı olarak ilerlemiştir. DÜNYA TARİHİNDE ENGELLİLİK Engellilik, kadîm medeniyetlerde çok farklı karşılanmış, bazı medeniyetlerde engelli kimselere türlü yorumlar yapılarak eziyet edilmiştir. Meselâ çok tanrılı (pagan) dinlerin hâkim olduğu toplumlarda; engelli bir çocuğun içinde bulunduğu âileye, işledikleri bir suçtan ötürü tanrılar tarafından cezâ olarak verildiği düşünülmüştür. Bu yüzden engelliye yardım etmek, Tanrı’nın gazabını çekmek mânâsına geleceği için engelliler dışlanmış, kendilerine hiçbir şekilde yardım edilmemiş, hattâ şehir dışlarına sürülmüş, yalnızlığa ve ölüme terk edilmişlerdir. Ortaçağ Avrupa’sında, engelli insanların yok edilmediği, ancak kötü ve zor işlerde çalıştırıldığı görülmüştür. Hor görülüp aşağılanan engelliler, su depolarında hayvanların yerine işe koşulmuş, fuhuş ve dilencilikte kullanılmıştır. Engellerinden dolayı “içlerine şeytan kaçtığı” düşüncesiyle onlar için şeytan çıkarma âyinleri düzenlenmiş; hastalıklarının geçmemesi durumunda öldürülerek şeytanın ortadan kaldırıldığına inanılmıştır. Bir misal olmak üzere, Avrupa toplumlarında cüzzam hastalığına yakalananların aynı kolonilerde yaşamalarına müsaade edilmiştir. Yine Ortaçağ Avrupası’nda bazı zihnî engellilerin hastalık belirtisi olan birtakım söz ve davranışlarından korkulmuş; onlara kutsallık atfedilerek tabiatüstü varlıklar olarak kabul edilmiştir. Roma İmparatorluğu’nda yeni doğan bebeğin veya küçük yaşlarda engelli olduğu anlaşılan çocukların, babaları tarafından öldürülmesine izin verilmiştir. Ancak daha sonraki yüzyıllarda “engelli hakları” aşamalı olarak gelişmiş ve babaların, engelli evlâtlarını öldürmelerine izin veren yasa, M.S. 4. yüzyılda kaldırılmıştır. Hatta daha sonraki yıllarda, İstanbul’da bedenî engelliler için “Yaşama Evi” yaptırıldığı, belgelerde tespit edilmiştir. TEVHİD DÎNİ’NDE ENGELLİLİK Milattan önce 11. ve 12. yüzyıllarda eski Mısır’da engellilerin toplumdan dışlanmaması için, okullarda okutulan ders kitaplarında engellilere davranış ahlâkı içeren konular işlenmiş, bu kitaplarda şu ifadelere rastlanmıştır: “Bir körle gülüp alay etme! Bir cüceyi aşağılama! Ağır felçli bir insanın durumunu daha da zorlaştırma… Tanrı’nın yarattığı zekâ engelli bir insanla alay etme.” Okullardaki eğitimin yanında, toplumla kaynaşmaları için görme engelliler, bayramlarda ve kültürel toplantılarda şarkıcı ve müzisyen olarak vazifelendirilmiş, böylece halkın onları dışlaması önlenmiştir. İslâm Dîni’nde ise, insana “yaratılmışların en şereflisi” olarak saygı duyulmuş; insanlara tepeden bakmamak, tevâzu sahibi olmak, nezâket ve kibarlık, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayat boyunca engelli insanları toplumdan ayırmamış, onları himaye etmek ve ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, toplum sevk ve idaresinde onlara çeşitli vazifeler vermiştir. Onlardan müezzin, sancaktar ve şehir devletinin idaresinde vazifeli kimseler seçmiş, onlara yardım ve destek hususunda da birçok hadîs-i şerîf îrâd etmiştir. Meselâ: “Bir âmâyı kırk adım götürene Cennet vâcip olur.” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 158; Beyhakî, Şuab, X, 95) hadîs-i şerîfi bunlardan bir tanesidir. TARİHTE ENGELLİLERE ÖZEL YAPILAN HİZMETLER İslâm’ın bu şefkat, merhamet ve hoşgörüsünü hayata tatbik eden Müslümanlar, bedenî ve rûhî hastalıklar için çeşitli hastahâneler kurmuşlar, bunları finanse etmek için de güçlü akar kaynakları bulunan vakıflar tesis etmişlerdir. Rûhî/psikolojik rahatsızlıklar üzerinde de pek çok çalışma ve araştırmalar yapmışlar, tıbbın bu sahasında yüz yıllar boyu tatbik edilen usûl ve esaslar geliştirmişlerdir. Bunlardan ilk akla gelen, İbn-i Sînâ’nın “Kitabu’ş-Şifâ” adlı eseri ve Ebû Bekir Râzî’nin, melankoliklerin meşguliyetle tedavi edilmeleri üzerine yazmış olduğu yazılar ve yaptıkları çalışmalardır. Zihnî engellilerin tedavi yöntemlerinde ilk kurumsal yapılar, Selçuklularda oluşturulmuş; özellikle akıl hastalıklarını müzik ve su sesiyle tedavi etmeleri çığır açmıştır. Osmanlı Devleti’nde, Osmanlı saray hekimi Mûsa bin Hamun, diş hastalığı ve çocuk psikolojisi hastalıklarını iyileştirmede dahî müzikle tedavi metodunu kullanmıştır. İslam’da Engelli Hakları Toplum içindeki mağdur kesimlerden biri de özürlülerdir. Hz. Peygamber’in özürlülerle ilgili söz ve uygulamalarını ele alırken bu kesimi bedensel ve zihinsel özürlüler olmak üzere iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Bedensel özürlülerin içinde de âmâlarla ilgili rivayetler dikkati çekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de âmâ kelimesi çoğu yerde manevî körlük, bir kısım âyetlerde de maddi körlük anlamında kullanılmıştır. ABESE SURESİ NİÇİN İNDİ? Abese sûresinde, özelde âmâların genelde ise özürlülerin haklarına vurgu yapılarak onlara gerekli ilginin gösterilmesi hususunda şöyle buyrulmaktadır: “(Peygamber) âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Onun halini sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da öğüt ona fayda verecek. Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince ona yöneliyorsun, oysaki onun temizlenip arınmasından sen mes’ul değilsin. Fakat koşarak ve Allah’tan korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun.” (Abese 80/1-10) Bu âyetlerin nüzül sebebi olarak şu hadise anlatılır: Hz. Peygamber bir gün Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Utbe bin Rebia, Ebû Cehil, Umeyye bin Halef gibi kimselerle konuşuyordu. Onların Müslüman olmalarını istiyor ve bu konuda gayret gösteriyordu. O esnada âmâ bir sahâbî olan Abdullah bin Ümmi Mektûm gelerek Hz. Peygamber’e: – Yâ Resûlallah Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, dedi. Hatta onun başkalarıyla meşgul olduğunu fark etmediğinden bu sözünü birkaç defa tekrarladı. Konuşmasının kesilmesinden dolayı canı sıkılan, bu hoşnutsuzluğunu yüz ifadeleriyle açığa vuran Hz. Peygamber onunla ilgilenmeyerek yanındakilere döndü ve konuşmasını sürdürdü. Çünkü bu ekâbir takımı, zaten kendilerine özel muamele edilmesini istiyorlardı. Efendimiz konuşmasını bitirip kalkacağı sırada yukarıdaki âyetler nazil oldu. PEYGAMBER EFENDİMİZ ENGELLİLERE NASIL DAVRANIRDI? Bundan sonra Hz. Peygamber, İbn-i Ümmi Mektûm’a iltifat ve ikramda bulunup halini hatırını sormuş ve zaman zaman ona: “Ey kendisinden dolayı Rabbimin beni azarladığı zat, merhaba!” diye hitab etmiştir. (Râzî, XXXI, 50) Hz. Peygamber, Mekke’de ilk îmân edenlerden biri olan bu âmâ zatı, Medîne’ye, Kur’ân öğretmesi için göndermiştir. Medîneli Berâ bin Âiz diyor ki: Bize ilk hicret eden kimseler Mus’ab bin Umeyr ile İbn-i Ümmi Mektûm’dur. Bunlar (Medîne’de) halka Kur’ân öğretiyorlardı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46) Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz. Peygamber’in müezzinliğini de yapmış olan İbn-i Ümmi Mektûm (İbn Sa’d, IV, 207) âmâ oluşu yanında evinin camiye uzaklığını ve kendisini camiye götürecek kimsesinin bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Hz. Peygamber’den müsaade istemişti. Resûlullâh ise: “– Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu. O: – Evet, cevabını verdi. Hz. Peygamber: “– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 255; Ebû Dâvûd, Salât, 46) Bu haber cemaatle namazın ne derece önemli olduğuna vurgu yapmakla beraber, Peygamberimiz’in âmâ bir zatı toplumdan tecrit etmeyerek onu cemaat içinde bulunmaya teşvik ettiğini de göstermektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber değişik vesilelerle Medîne dışına çıktığı zaman, İbn-i Ümmi Mektûm’u cemaate namaz kıldırması için yerine vekil olarak bırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiği nakledilmektedir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 264) Diğer taraftan dinimizde özürlü kimselerin yapamayacağı işler kendilerine teklif edilmemiştir. Mesela onların savaşlara iştirak etmesi istenmemiştir. Nitekim: “Mü’minlerden oturanlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz” (Nisa, 4/95) âyeti vahyedildiğinde İbn-i Ümmi Mektûm Peygamberimiz’e gelerek âmâ oluşu dolayısıyla cihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından mezkûr âyetin “özürsüz olarak yerlerinde oturanlar” (Nisa, 4/95) kısmı nazil olmuştu. (Buhârî, Tefsîr (4), 18) Efendimiz de özürlü kimseleri savaşa katılmaktan muaf tutmuş, ancak bu hususta özellikle ısrar edenlere de Musamaha göstermiştir. Mesela Ensar’dan Seleme oğullarının başkanı Amr bin Cemûh topaldı. Bedir savaşına katılmak istedi. Ancak Hz. Peygamber ona müsaade etmedi. Daha sonra Uhud savaşına katılmak istedi. Oğulları: – Allah seni mazur kılmıştır, diyerek engel olmaya çalıştılar. Bunun üzerine Amr, Peygamberimiz’e başvurdu. Peygamberimiz de ona mazereti bulunduğunu, bu sebepten savaşla mükellef olmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ısrarı üzerine, Efendimiz oğullarına hitaben: “– Artık babanızı savaştan men etmeyiniz. Umulurki Allah ona şehadet nasib eder” dedi. Uhud harbine iştirak eden bu heyecanlı sahabi, cihad esnasında “Vallahi ben cenneti özlüyorum” demiş, neticede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaşta şehit düşmüştür. (Vâkidî, I, 264-265; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 208) İbn-i Ümmi Mektûm da Hz. Ömer’in hilafeti döneminde âmâ olmasına rağmen zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına katılmış, bir rivayete göre bu savaşta şehit olmuş, diğer bir rivayete göre de Medine’ye dönünce vefat etmiştir. (Ahmed, III, 132; İbn Sa’d, IV, 112; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 264) Her ne kadar bu iki güzide sahabi bizzat savaş meydanına giderek şehit düşmüşlerse de Resûl-i Ekrem özürlü kimselerin cihada katılma konusundaki niyetlerinin onları aynı ecre ulaştıracağını belirtmiştir. Hz. Enes diyor ki: Resûlullah bir gazvede şöyle buyurdu: “Medine’de kalıp cihada katılamayan öyle kimseler vardır ki, kat ettiğiniz her mesafe ve geçtiğiniz her vadide bizimle berabermiş gibi sevabımıza eksiksiz ortak oluyorlar. Zira onlar özürleri sebebiyle orada kalmışlardır.” (Buhârî, Cihâd, 35) İSLAM’DA GÖRME ENGELLİLERİN MÜKAFATI Efendimiz özürlü kimselerin mahrum oldukları bazı nimetler sebebiyle isyan etmeyip sabretmelerini de tavsiye etmiş, bu sayede cenneti kazanacaklarını müjdelemiştir. Enes bin Mâlik, Resûlullah’ı şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir: “Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğimde sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.»“ (Buhârî, Merdâ, 7; Tirmizî, Zühd 58) Kaybedilen nimetin kıymeti ölçüsünde onun yokluğuna sabretmenin zorluğu ve buna bağlı olarak değeri de artmaktadır. Bu sebeple hadisimizde, iki gözünü kaybettiği hâlde şikâyet etmeyip sabredebilen kişiye Allah Teâlâ cennetini vereceğini bildirmektedir. Gerçi gözlerimizle dünyadan faydalanmak büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat bu fayda insan ömrüyle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın bedel olarak vereceğini bildirdiği cennet ise sınırsız ve oradaki saadet de ebedidir. Gözlerin kaybı yanında insanı rahatsız eden ve tedavisi henüz keşfedilmemiş müzmin hastalıkların bir özür olduğu düşünülürse bu tür rahatsızlıklar karşısında da sabretmekten başka çare kalmamaktadır. Defedilmesi güç gibi gözüken belalar karşısında insan sabır iksiriyle ayakta durur. Bu sayede kişinin Allah katındaki derecesi yükselir ve ebedi hayatta da huzura kavuşur. CENNETLİK KADIN Atâ bin Ebî Rebâh’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Abdullah bin Abbâs bana: – Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? dedi. Ben: – Evet, göster, dedim. İbn-i Abbâs şöyle dedi: – Şu siyah kadın var ya, işte bu kadın bir gün Nebî’ye geldi ve: – Beni sar’a tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz, dedi. Nebî: “– Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu. Bunun üzerine kadın: – Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sar’a tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi. Nebî de ona dua etti. (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54) Burada, sar’alı kadının şifa isteğine Allah Resûlü’nün iki şıklı cevap vermiş olması, bazılarına kapalı gelebilir. Efendimiz, kendisine müracaat eden kadına, hakkında en hayırlı olan şıkkı hatırlatmak sûretiyle kadını iki iyilikten birini tercihte serbest bırakmıştır. Bu, Hz. Peygamber’in, ashâbına duyduğu şefkat ve merhametin tabiî bir sonucudur. Hz. Peygamber ayrıca akıl hastalarının dertleriyle de ilgilenmiş onlardan kendisine getirilen bir kısım kimselerin sadrına elini koymak suretiyle tedavi ettiği de olmuştur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 453) Hz. Enes’den nakledildiğine göre aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın bir gün Resûl-i Ekrem’e gelerek: – Yâ Resûlallah! Seninle bitecek bir işim var, dedi. O da: “– Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim” dedi. Kadınla yolun kenarına çekilip meselesini halledene kadar görüştüler. (Müslim, Fedâil 76; Ebû Dâvûd, Edeb 12) DİNİ YÜKÜMLÜLÜKLERDEN MUAF TUTULANLAR Resûlullah akıl hastalarının dini yükümlülüklerden tamamen muaf tutulduğunu şu sözü ile ifade etmiştir: “Üç kimseden kalem kaldırıldı: Büluğ çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından.” (Tirmizî, Hudûd, 1) ENGELLİLERE YARDIM ETMENİN FAZİLETİ Fahr-i Kâinat sağlam insanların özürlülerle davranışlarını düzenleyen ahlâkî prensipler de getirmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte görme özürlüye yol gösterme, sağıra ve dilsize laf anlatma sadaka olarak değerlendirilmiştir. (İbn-i Hanbel, V, 169) Hâsılı Peygamberimiz özürlüleri, âtıl kalmaya mahkûm ve zavallı bir kitle olarak görmemiştir. Problemlerini çözmeye yönelik tavsiye ve uygulamalarda bulunmakla birlikte durumlarına göre engelli insanlara vazife vermiş, ayrıca onları dünya ve ahiret saadeti bahşeden müjdeli haberlerle de teselli etmiştir.   Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, Sayı: 160 - Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları  
İnsanoğlu, sosyal bir varlıktır. Her dâim birbirine ihtiyaç hâlinde olup acılarını paylaştıkça azaltan, sevinçlerini paylaştıkça artıran bir canlıdır. Bununla birlikte doğuştan veya sonradan oluşan engeller/hastalıklar ise, birlik ve beraberlik içerisinde, dayanışma ile aşılabilecek imtihanlardır. Nitekim bir adet “bir”, yine bir iken; dört tane bir, yan yana gelip birlikte olursa bin yüz on bir olur. Bir elin nesi varken iki el, birlikte ses çıkarmaktadır.

Çeşitli sebeplerle bedenî veya zihnî yeteneklerini kullanamayıp destek ve rehabilitasyona ihtiyaç duyan her kişi, “engelli” olarak tarif edilmektedir. Engelliliğin varlığı, insanlık tarihiyle birlikte başlamış, bakım ve rehabilitasyonu uzun yıllar içinde ilmî ve kültürel gelişmelerle doğru orantılı olarak ilerlemiştir.

DÜNYA TARİHİNDE ENGELLİLİK

Engellilik, kadîm medeniyetlerde çok farklı karşılanmış, bazı medeniyetlerde engelli kimselere türlü yorumlar yapılarak eziyet edilmiştir. Meselâ çok tanrılı (pagan) dinlerin hâkim olduğu toplumlarda; engelli bir çocuğun içinde bulunduğu âileye, işledikleri bir suçtan ötürü tanrılar tarafından cezâ olarak verildiği düşünülmüştür. Bu yüzden engelliye yardım etmek, Tanrı’nın gazabını çekmek mânâsına geleceği için engelliler dışlanmış, kendilerine hiçbir şekilde yardım edilmemiş, hattâ şehir dışlarına sürülmüş, yalnızlığa ve ölüme terk edilmişlerdir.

Ortaçağ Avrupa’sında, engelli insanların yok edilmediği, ancak kötü ve zor işlerde çalıştırıldığı görülmüştür. Hor görülüp aşağılanan engelliler, su depolarında hayvanların yerine işe koşulmuş, fuhuş ve dilencilikte kullanılmıştır. Engellerinden dolayı “içlerine şeytan kaçtığı” düşüncesiyle onlar için şeytan çıkarma âyinleri düzenlenmiş; hastalıklarının geçmemesi durumunda öldürülerek şeytanın ortadan kaldırıldığına inanılmıştır. Bir misal olmak üzere, Avrupa toplumlarında cüzzam hastalığına yakalananların aynı kolonilerde yaşamalarına müsaade edilmiştir.

Yine Ortaçağ Avrupası’nda bazı zihnî engellilerin hastalık belirtisi olan birtakım söz ve davranışlarından korkulmuş; onlara kutsallık atfedilerek tabiatüstü varlıklar olarak kabul edilmiştir.

Roma İmparatorluğu’nda yeni doğan bebeğin veya küçük yaşlarda engelli olduğu anlaşılan çocukların, babaları tarafından öldürülmesine izin verilmiştir. Ancak daha sonraki yüzyıllarda “engelli hakları” aşamalı olarak gelişmiş ve babaların, engelli evlâtlarını öldürmelerine izin veren yasa, M.S. 4. yüzyılda kaldırılmıştır. Hatta daha sonraki yıllarda, İstanbul’da bedenî engelliler için “Yaşama Evi” yaptırıldığı, belgelerde tespit edilmiştir.

TEVHİD DÎNİ’NDE ENGELLİLİK

Milattan önce 11. ve 12. yüzyıllarda eski Mısır’da engellilerin toplumdan dışlanmaması için, okullarda okutulan ders kitaplarında engellilere davranış ahlâkı içeren konular işlenmiş, bu kitaplarda şu ifadelere rastlanmıştır:

“Bir körle gülüp alay etme! Bir cüceyi aşağılama! Ağır felçli bir insanın durumunu daha da zorlaştırma… Tanrı’nın yarattığı zekâ engelli bir insanla alay etme.”

Okullardaki eğitimin yanında, toplumla kaynaşmaları için görme engelliler, bayramlarda ve kültürel toplantılarda şarkıcı ve müzisyen olarak vazifelendirilmiş, böylece halkın onları dışlaması önlenmiştir.

İslâm Dîni’nde ise, insana “yaratılmışların en şereflisi” olarak saygı duyulmuş; insanlara tepeden bakmamak, tevâzu sahibi olmak, nezâket ve kibarlık, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayat boyunca engelli insanları toplumdan ayırmamış, onları himaye etmek ve ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, toplum sevk ve idaresinde onlara çeşitli vazifeler vermiştir. Onlardan müezzin, sancaktar ve şehir devletinin idaresinde vazifeli kimseler seçmiş, onlara yardım ve destek hususunda da birçok hadîs-i şerîf îrâd etmiştir. Meselâ:

“Bir âmâyı kırk adım götürene Cennet vâcip olur.” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 158; Beyhakî, Şuab, X, 95) hadîs-i şerîfi bunlardan bir tanesidir.

TARİHTE ENGELLİLERE ÖZEL YAPILAN HİZMETLER

İslâm’ın bu şefkat, merhamet ve hoşgörüsünü hayata tatbik eden Müslümanlar, bedenî ve rûhî hastalıklar için çeşitli hastahâneler kurmuşlar, bunları finanse etmek için de güçlü akar kaynakları bulunan vakıflar tesis etmişlerdir.

Rûhî/psikolojik rahatsızlıklar üzerinde de pek çok çalışma ve araştırmalar yapmışlar, tıbbın bu sahasında yüz yıllar boyu tatbik edilen usûl ve esaslar geliştirmişlerdir. Bunlardan ilk akla gelen, İbn-i Sînâ’nın “Kitabu’ş-Şifâ” adlı eseri ve Ebû Bekir Râzî’nin, melankoliklerin meşguliyetle tedavi edilmeleri üzerine yazmış olduğu yazılar ve yaptıkları çalışmalardır.

Zihnî engellilerin tedavi yöntemlerinde ilk kurumsal yapılar, Selçuklularda oluşturulmuş; özellikle akıl hastalıklarını müzik ve su sesiyle tedavi etmeleri çığır açmıştır. Osmanlı Devleti’nde, Osmanlı saray hekimi Mûsa bin Hamun, diş hastalığı ve çocuk psikolojisi hastalıklarını iyileştirmede dahî müzikle tedavi metodunu kullanmıştır.

İslam’da Engelli Hakları

Toplum içindeki mağdur kesimlerden biri de özürlülerdir. Hz. Peygamber’in özürlülerle ilgili söz ve uygulamalarını ele alırken bu kesimi bedensel ve zihinsel özürlüler olmak üzere iki kısımda değerlendirmek mümkündür. Bedensel özürlülerin içinde de âmâlarla ilgili rivayetler dikkati çekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de âmâ kelimesi çoğu yerde manevî körlük, bir kısım âyetlerde de maddi körlük anlamında kullanılmıştır.

ABESE SURESİ NİÇİN İNDİ?

Abese sûresinde, özelde âmâların genelde ise özürlülerin haklarına vurgu yapılarak onlara gerekli ilginin gösterilmesi hususunda şöyle buyrulmaktadır:

(Peygamber) âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü. Onun halini sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da öğüt ona fayda verecek. Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince ona yöneliyorsun, oysaki onun temizlenip arınmasından sen mes’ul değilsin. Fakat koşarak ve Allah’tan korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun.” (Abese 80/1-10)

Bu âyetlerin nüzül sebebi olarak şu hadise anlatılır:

Hz. Peygamber bir gün Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Utbe bin Rebia, Ebû Cehil, Umeyye bin Halef gibi kimselerle konuşuyordu. Onların Müslüman olmalarını istiyor ve bu konuda gayret gösteriyordu. O esnada âmâ bir sahâbî olan Abdullah bin Ümmi Mektûm gelerek Hz. Peygamber’e:

– Yâ Resûlallah Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret, dedi. Hatta onun başkalarıyla meşgul olduğunu fark etmediğinden bu sözünü birkaç defa tekrarladı.

Konuşmasının kesilmesinden dolayı canı sıkılan, bu hoşnutsuzluğunu yüz ifadeleriyle açığa vuran Hz. Peygamber onunla ilgilenmeyerek yanındakilere döndü ve konuşmasını sürdürdü. Çünkü bu ekâbir takımı, zaten kendilerine özel muamele edilmesini istiyorlardı. Efendimiz konuşmasını bitirip kalkacağı sırada yukarıdaki âyetler nazil oldu.

PEYGAMBER EFENDİMİZ ENGELLİLERE NASIL DAVRANIRDI?

Bundan sonra Hz. Peygamber, İbn-i Ümmi Mektûm’a iltifat ve ikramda bulunup halini hatırını sormuş ve zaman zaman ona:

“Ey kendisinden dolayı Rabbimin beni azarladığı zat, merhaba!” diye hitab etmiştir. (Râzî, XXXI, 50)

Hz. Peygamber, Mekke’de ilk îmân edenlerden biri olan bu âmâ zatı, Medîne’ye, Kur’ân öğretmesi için göndermiştir. Medîneli Berâ bin Âiz diyor ki:

Bize ilk hicret eden kimseler Mus’ab bin Umeyr ile İbn-i Ümmi Mektûm’dur. Bunlar (Medîne’de) halka Kur’ân öğretiyorlardı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46)

Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz. Peygamber’in müezzinliğini de yapmış olan İbn-i Ümmi Mektûm (İbn Sa’d, IV, 207) âmâ oluşu yanında evinin camiye uzaklığını ve kendisini camiye götürecek kimsesinin bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Hz. Peygamber’den müsaade istemişti. Resûlullâh ise:

“– Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu. O:

– Evet, cevabını verdi. Hz. Peygamber:

“– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 255; Ebû Dâvûd, Salât, 46)

Bu haber cemaatle namazın ne derece önemli olduğuna vurgu yapmakla beraber, Peygamberimiz’in âmâ bir zatı toplumdan tecrit etmeyerek onu cemaat içinde bulunmaya teşvik ettiğini de göstermektedir.

Bunun yanında Hz. Peygamber değişik vesilelerle Medîne dışına çıktığı zaman, İbn-i Ümmi Mektûm’u cemaate namaz kıldırması için yerine vekil olarak bırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiği nakledilmektedir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 264)

Diğer taraftan dinimizde özürlü kimselerin yapamayacağı işler kendilerine teklif edilmemiştir. Mesela onların savaşlara iştirak etmesi istenmemiştir. Nitekim: “Mü’minlerden oturanlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz” (Nisa, 4/95) âyeti vahyedildiğinde İbn-i Ümmi Mektûm Peygamberimiz’e gelerek âmâ oluşu dolayısıyla cihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından mezkûr âyetin “özürsüz olarak yerlerinde oturanlar” (Nisa, 4/95) kısmı nazil olmuştu. (Buhârî, Tefsîr (4), 18)

Efendimiz de özürlü kimseleri savaşa katılmaktan muaf tutmuş, ancak bu hususta özellikle ısrar edenlere de Musamaha göstermiştir. Mesela Ensar’dan Seleme oğullarının başkanı Amr bin Cemûh topaldı. Bedir savaşına katılmak istedi. Ancak Hz. Peygamber ona müsaade etmedi. Daha sonra Uhud savaşına katılmak istedi. Oğulları:

– Allah seni mazur kılmıştır, diyerek engel olmaya çalıştılar.

Bunun üzerine Amr, Peygamberimiz’e başvurdu. Peygamberimiz de ona mazereti bulunduğunu, bu sebepten savaşla mükellef olmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ısrarı üzerine, Efendimiz oğullarına hitaben:

“– Artık babanızı savaştan men etmeyiniz. Umulurki Allah ona şehadet nasib eder” dedi.

Uhud harbine iştirak eden bu heyecanlı sahabi, cihad esnasında “Vallahi ben cenneti özlüyorum” demiş, neticede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaşta şehit düşmüştür. (Vâkidî, I, 264-265; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 208)

İbn-i Ümmi Mektûm da Hz. Ömer’in hilafeti döneminde âmâ olmasına rağmen zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına katılmış, bir rivayete göre bu savaşta şehit olmuş, diğer bir rivayete göre de Medine’ye dönünce vefat etmiştir. (Ahmed, III, 132; İbn Sa’d, IV, 112; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 264)

Her ne kadar bu iki güzide sahabi bizzat savaş meydanına giderek şehit düşmüşlerse de Resûl-i Ekrem özürlü kimselerin cihada katılma konusundaki niyetlerinin onları aynı ecre ulaştıracağını belirtmiştir. Hz. Enes diyor ki: Resûlullah bir gazvede şöyle buyurdu:

“Medine’de kalıp cihada katılamayan öyle kimseler vardır ki, kat ettiğiniz her mesafe ve geçtiğiniz her vadide bizimle berabermiş gibi sevabımıza eksiksiz ortak oluyorlar. Zira onlar özürleri sebebiyle orada kalmışlardır.” (Buhârî, Cihâd, 35)

İSLAM’DA GÖRME ENGELLİLERİN MÜKAFATI

Efendimiz özürlü kimselerin mahrum oldukları bazı nimetler sebebiyle isyan etmeyip sabretmelerini de tavsiye etmiş, bu sayede cenneti kazanacaklarını müjdelemiştir. Enes bin Mâlik, Resûlullah’ı şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğimde sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.»“ (Buhârî, Merdâ, 7; Tirmizî, Zühd 58)

Kaybedilen nimetin kıymeti ölçüsünde onun yokluğuna sabretmenin zorluğu ve buna bağlı olarak değeri de artmaktadır. Bu sebeple hadisimizde, iki gözünü kaybettiği hâlde şikâyet etmeyip sabredebilen kişiye Allah Teâlâ cennetini vereceğini bildirmektedir.

Gerçi gözlerimizle dünyadan faydalanmak büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat bu fayda insan ömrüyle sınırlıdır. Allah Teâlâ’nın bedel olarak vereceğini bildirdiği cennet ise sınırsız ve oradaki saadet de ebedidir.

Gözlerin kaybı yanında insanı rahatsız eden ve tedavisi henüz keşfedilmemiş müzmin hastalıkların bir özür olduğu düşünülürse bu tür rahatsızlıklar karşısında da sabretmekten başka çare kalmamaktadır. Defedilmesi güç gibi gözüken belalar karşısında insan sabır iksiriyle ayakta durur. Bu sayede kişinin Allah katındaki derecesi yükselir ve ebedi hayatta da huzura kavuşur.

CENNETLİK KADIN

Atâ bin Ebî Rebâh’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

Abdullah bin Abbâs bana:

– Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi? dedi. Ben:

– Evet, göster, dedim. İbn-i Abbâs şöyle dedi:

– Şu siyah kadın var ya, işte bu kadın bir gün Nebî’ye geldi ve:

– Beni sar’a tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allah’a dua ediniz, dedi. Nebî:

– Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de istersen, sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu. Bunun üzerine kadın:

– Ben (hastalığıma) sabrederim. Ancak sar’a tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için dua buyurunuz, dedi. Nebî de ona dua etti. (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)

Burada, sar’alı kadının şifa isteğine Allah Resûlü’nün iki şıklı cevap vermiş olması, bazılarına kapalı gelebilir. Efendimiz, kendisine müracaat eden kadına, hakkında en hayırlı olan şıkkı hatırlatmak sûretiyle kadını iki iyilikten birini tercihte serbest bırakmıştır. Bu, Hz. Peygamber’in, ashâbına duyduğu şefkat ve merhametin tabiî bir sonucudur.

Hz. Peygamber ayrıca akıl hastalarının dertleriyle de ilgilenmiş onlardan kendisine getirilen bir kısım kimselerin sadrına elini koymak suretiyle tedavi ettiği de olmuştur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 453)

Hz. Enes’den nakledildiğine göre aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın bir gün Resûl-i Ekrem’e gelerek:

– Yâ Resûlallah! Seninle bitecek bir işim var, dedi. O da:

“– Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim” dedi.

Kadınla yolun kenarına çekilip meselesini halledene kadar görüştüler. (Müslim, Fedâil 76; Ebû Dâvûd, Edeb 12)

DİNİ YÜKÜMLÜLÜKLERDEN MUAF TUTULANLAR

Resûlullah akıl hastalarının dini yükümlülüklerden tamamen muaf tutulduğunu şu sözü ile ifade etmiştir:

“Üç kimseden kalem kaldırıldı: Büluğ çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından.” (Tirmizî, Hudûd, 1)

ENGELLİLERE YARDIM ETMENİN FAZİLETİ

Fahr-i Kâinat sağlam insanların özürlülerle davranışlarını düzenleyen ahlâkî prensipler de getirmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte görme özürlüye yol gösterme, sağıra ve dilsize laf anlatma sadaka olarak değerlendirilmiştir. (İbn-i Hanbel, V, 169)

Hâsılı Peygamberimiz özürlüleri, âtıl kalmaya mahkûm ve zavallı bir kitle olarak görmemiştir. Problemlerini çözmeye yönelik tavsiye ve uygulamalarda bulunmakla birlikte durumlarına göre engelli insanlara vazife vermiş, ayrıca onları dünya ve ahiret saadeti bahşeden müjdeli haberlerle de teselli etmiştir.

 

Kaynak: Seher Küçük, Şebnem Dergisi, Sayı: 160 - Üsve-i Hasene 2, Erkam Yayınları

 

Habere ifade bırak !

A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined property: stdClass::$etiketler

Filename: tema3/haber.php

Line Number: 812

Backtrace:

Dosya: /home/admin/web/yildizhaber.com.tr/public_html/application/views/tema3/haber.php
Satır: 812
Fonksiyon: _error_handler

Dosya: /home/admin/web/yildizhaber.com.tr/public_html/application/controllers/Haber.php
Satır: 157
Fonksiyon: view

Dosya: /home/admin/web/yildizhaber.com.tr/public_html/index.php
Satır: 334
Fonksiyon: require_once

Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yildizhaber.com.tr sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.